Ağır hastalıklar sıklıkla yakalandığımız daha basit ve sıradan türlere göre daha ciddi sorunlara yol açarlar. Örneğin enfeksiyonlara sebep olabilir, kalıcı hasarlar bırakabilir, metastazla yayılabilir, bir sonraki nesilin gelişimine olumsuz etkiler yapabilir ya da en kötü senaryoda ölümle sonuçlanabilirler. Eğer bu türden bir hastalık söz konusuysa buna karşı konvansiyonel metotlarla mücadele etmek, bu metotlarla sorunun kaynağını yalıtıp etkisiz hale getirmek, iyileşmek mümkün değildir! Açıktır ki özel durumlara karşı ancak özel yöntemlerle baş edilebilir. İşte şu anda Türkiye'nin içinde olduğu durum da bir alegoriye başvurmak gerekirse bu türden bir hastalıktır. Yani ortada özel bir devlet biçimi vardır. Türkiye solunun tarihi maalesef müphem faşizm tahlilleriyle doludur. Kapalısı, yarı açığı, örtüğü, sömürge tipi vb. çoğunluğunun bilimsel anlamda karşılığı bile ciddi bir tartışma konusu olan bu tanımlamaların kendi özgül ağırlıklarından ya da sebep olduğu kafa karışıklıkl
Referandumdan çıkıldığı günlerde seçim çalışmalarının toplumsal muhalefetin moral değerlerini yükselttiği aşikardı. Özellikle HAYIR Meclisleri çevresinde örgütlenen kampanyalar, hem 7 Haziran'dan beri tecrübe edilmiş bazı çalışmaların hem de Gezi sonrasında edinilen birikimlerin aktığı bir mecra oldu.¹ Öyle ki İstanbul'un bir çok merkezinde "mühürsüz seçim" gecesine ve sonrasındaki bir haftaya hem bu mevcut birikim hem de meclisler çevresindeki derlenme damgasını vurdu. Meclisler mevcut karar alma aygıtlarıyla (organizasyon-örgütlenme komisyonları, koordinasyon komiteleri vb) protestolara yön verdi, eylemlerin çağrıcısı oldu ve bir hafta boyunca da etkili bir şekilde sevk ve idare etti. Fakat gerek devletin eylemlere müdahaleyi göze almayan temkinli tutumu ama bir yandan da ilerleyen günlerde "önleyici gözaltılar" yaparak gözdağı vermesi, gerekse "ana muhalefet" partisinin protestolardan ve halkın doğrudan muhalefetinden çekinen, devletin ya